Beklenti, insan yaşamının üstüne düşen bir gölgedir. Zaman ilerledikçe gölge de büyür ve giderek kişiyi o kadar sarmalar ki, ışıksız ve çiçeksiz bırakır.
Çocuk doğar, o andan itibaren annesinin ve babasının beklentilerinin odağındadır. O, ailesinin hayallerini gerçekleştirecek olan mucizedir. Anne ve baba, hayatlarında gerçekleştiremedikleri her şeyi, çocuğun gerçekleştirmesini bekler ve bu doğrultuda yönlendirir bu küçük, saf, arı varlığı. Evin küçük mucizesi eşe dosta gösterilir gururla, başarıları dünyanın en büyük zaferleri olarak sunulur dünyaya. Başarılar kocaman alkışlarla köpürtülürken, başarısızlıklar affedilmez, cezalandırılır. Küçük yürek için en ağır ceza, kuşkusuz, desteğin ve sevginin geri çekilmesidir; böylece anne babasının takdirini ve sevgisini kazanmak için (bunun en doğal hakkı olduğundan ve karşılıksız verilmesi gerektiğinden haberdar değildir henüz) çabalamaya başlar delicesine.
Bu noktadan sonra çocuk da beklenti içine girmeye başlar. Takdir ve sevgi beklentisi, zaman içinde ödül beklentisine dönüşür. Ve küçük yaşlardan itibaren, yaptığı ve verdiği her şey için karşılık beklemeye, aldıklarının da karşılığını vermeye alışır.
Beklentileri karşılanmadığında kızmayı öğrenir çocuk. Önce ‘’Ben ona güzel dedim, o bana yaramaz dedi ! ’’ diyerek kızar arkadaşına; sonra, ‘’Ben ona krakerimi verdim, o bana bisküvisini vermedi ! ’’ diye şikayet eder. Derken, önce almak, sonra vermek gerektiğini öğrenir, ‘’O oyuncağını vermedi, ben de kendi oyuncağımı ona vermeyeceğim ! ’’e dönüşür alışverişin ifadesi. Bazen kızgınlığı o kadar artar ki, ‘’O bana kopya vermedi, ben de onu herkese rezil edeceğim!’’ şeklinde kin ve öfke barındıran söylemler geliştirir.
Daha büyüdüğünde, aile ve arkadaşlık ilişkilerinden farklı, bazen de hiyerarşik ilişkilerin içinde bulur kendini: okuldaki ilişkiler, iş ilişkileri, diğer toplumsal ilişkiler…Öğretmeninden beklediği notu alamayınca öfkelenir, patronu maaşına zam yapmayınca öfkelenir, komşusu arabasını evinin önüne park etti diye öfkelenir…Zaman geçer, beklentileri yerine gelmediği için geçen zamana düşman olur, yeni gelen yıla yükler tüm beklentilerini. Yeni yıl da beklentilerini karşılamayınca, onu da hiç duraksamadan çöp sepetine atar. Böylece bekler de bekler insan bir ömür boyu, öfkesini ve düşmanlığını içinde biriktirerek…
Beklentinin, toplum yaşantısının temel taşı olan evliliklerdeki rolüne baktığımızda da tablo farklı değildir. Kişi aşık olur, sever ve toplumsal beklentiler gereği evlenir. Zaman içinde, beklentiler o kadar ağır basar ki, aşkı unutturur insana; evlilik bir anlaşmaya dönüşür. Kadın, ilişkinin başlarında erkeğin her türlü çocuksu davranışını olağanüstü bir sempatiyle karşılar ve hatta sırf onu daha iyi idare edebileceği inancıyla, daha da çocuklaşmasına bir anne edasıyla göz yumarak, bu süreçte kendi isteklerine, ihtiyaçlarına önem vermez ve bunları dile getirmez. Çünkü her ne kadar aksine inansa da, kendine sevgili, eş, hayat arkadaşı aramamaktadır kadın; çocuklarına ve hatta kendisine babalık edebilecek, sahip çıkacak, koruyacak, kollayacak bir adam aramaktadır. Bu uğurda, başlangıçta hiçbir beklentisi yokmuş gibi davranmak ise, bir kadının en büyük silahı, diğer yandan beklentinin en büyük göstergesidir. Farklı davranamaz kadın, böyle öğretilmiştir çünkü.
Erkek ise, daha en baştan, kendini ve kuracağı ailesini teslim edeceği, ‘’evinin kadını, çocuklarının anası’’ olacak kadını arar kendine. O da bir sevgili, eş, hayat arkadaşından ziyade, çocuk doğurabilecek, onlara ve hatta kendisine de annelik yapabilecek ve bunları yaparken de, aynı kendi annesi gibi, hiç şikayet etmeyecek bir kadın arayışındadır gerçekte. Çok geçmeden bulur aradığı kadını. Çünkü, toplumun öğretileri ve dayatmaları gereği evlenmesi ve çocuk doğurması gerektiğine inanan kadın, seve seve kabul edecektir teklifini, kendi kişisel ve duygusal ihtiyaçlarını hiçe sayarak.
Ve böylece mutlu bir yuvanın temeli atılır!
Sonra çocuk doğar…Çocuğa da aynı film izlettirilir ister istemez; arşiv pek de geniş değildir çünkü…
Derken yakınmalar başlar. Kadın, erkeğin ilgisizliğinden, erkek de kadının anlayışsızlığından şikayet eder. Birbirlerini dinlemeye, anlamaya niyetleri yoktur, çünkü tek odaklandıkları, kendi ihtiyaçlarıdır artık. Olması gerekenden çok sonra, ancak evliliğin beşinci, onuncu, onbeşinci, belki de yirmibeşinci senesinde fark ettikleri ihtiyaçlar. En başta ortaya koymaları ve asla feda etmemeleri gereken, toplumsal şartlanmalarla göz ve kulak ardı ettikleri ihtiyaçlar. Kişinin bütünlüğünü sağlayacak, bedensel ve ruhsal ihtiyaçlar!
***
Bireyleri mutsuz bir ailenin mutlu olması mümkün mü? Peki mutsuz ailelerin oluşturduğu bir toplum mutlu olabilir mi? Ağaçları çiçek açmayan, içinde kuşlar ötmeyen bir ormana orman denebilir mi?
Bugün, huzur içinde yaşadığı düşünülen toplumumuzun, bana göre çok önemli bir oranı, yukarıda sayılan sebeplerden ötürü mutsuzdur. Bir kısmı durumunun farkındadır fakat düzeltecek ya da değiştirecek inancı ve cesareti yoktur; bir kısmı da farkında bile olmadan, gerildikçe etrafındakilere sataşıp rahatlayarak ve başkalarını suçlayarak, dolap beygiri gibi döner durur. Bu döngüden çıkma ihtimali olabileceğini bile düşünmez çoğu kez, ona göre hayatın ve insan doğasının gereğidir bu: Huzursuzluk ve acı çekmek! Mutlu insanlara bakıp hayıflanmaktan ve hatta onları eleştirmekten de geri durmaz bu arada. Kendisi hiç bir zaman mutlu olamadığı için, onların da rol yaptığını düşünür. İç dünyasını değiştirmeden onlar gibi olmaya, mutlu görünmeye çalışır. Bu çabalar sonucu daha da mutsuz olur ve yorar kendini tükenene dek.
Hayat yolunda rotamızı belirleyen en önemli etmendir beklenti. Daha küçük yaşlarda bilinçaltımıza kazınan beklentiler, bizi insan olma ve kendi gerçekliğimizi yaşama hedefinden saptırarak, sadece ve sadece toplumun beklentilerini karşılama çabalarının içine iter. Bu sistem, nesiller boyu kusursuz işlemiştir, devlet düzeninin en önemli kontrol aracı olarak. Çünkü, ailesinin geçimiyle, onların beklentilerini karşılamakla meşgul olan erkek de, çocukların bakımı, ev işleri, kariyeri ve ailesinin beklentileri arasında kaybolmuş olan kadın da hayatı ve düzeni sorgulamaya fırsat bulamayacak, kendisi için kurulmuş sistemin bir parçası olarak, düzenin yaşamasına katkıda bulunacaktır.
Ne var ki, yirmibirinci yüzyılı sürdüğümüz şu günlerde bu düzen sarsılmaya başlamıştır artık. Kişilerin bireysel farkındalıklarını arttırarak ruhsal düzeyde kendileriyle daha fazla iletişime geçmeleriyle birlikte daha da sarsılacaktır. Artık insanoğlu, kişisel ihtiyaçlarının, toplumun ihtiyaçlarının önünde olduğunu, toplumsal huzurun, ancak bireylerin iç huzurunun sağlanması ile mümkün olabileceğini anlamaya başlamıştır. İşte bu yüzdendir ki, önümüzdeki süreçte, toplumsal mutluluğun temelleri yıkılıyor gibi görünürken, kişisel mutluluğun temelleri atılacak, uzun vadede çok daha huzurlu, çok daha mutlu ve çok daha verimli bir toplum düzenine doğru yol alınacaktır. Artık insanoğlunun gelişmesi, teknolojiye değil, insana ve bireyselliğe yapılacak yatırımlara bağlıdır.