Yönetmen : Vincent WARD, 1998
Oyuncular : Robin WILLIAMS, Annabella SCIORRA, Cuba GOODING Jr.
(Spoiler İçermektedir.)
Bir kadın ve bir erkek. Birbirlerini ilk gördükleri anda birbirlerine tutulmuş, etiyle kemiğiyle gerçek bir aşkın içinde tek vücut olmuş, ne yazık ki bu vücuttan dünyaya getirdikleri, varlıklarını çoğaltan iki güzel evladı trafik kazasına kurban vermiş iki insan.
“Bazen kazandığında kaybedersin.”
İnsan bazen hayatta kalır ama ayakta kalamaz. Ayakta kalabilmek için şanstan çok daha fazlası gerekir.
Erkek başarılı bir doktor, kadın ise bir sanatçı. Sağ beyin ve sol beyin gibi birbirini tamamlayan bu iki insan, ölüm ve acı karşısında farklı tepkiler veriyor. Kadın duygusal olarak çöker ve en koyu buhranların kıyısında dolaşırken, erkek düşünüyor, analiz ediyor, güçlü kalmaya ve eşinin elinden tutup onu uçurumdan kurtarmaya çalışıyor. Nitekim başarıyor da. Kadın nihayet ayağa kalkıyor ve iki yaralı insan, ömürlerinin kalanında birbirlerine tutunarak yaşamaya devam ediyorlar.
Ta ki…Ta ki erkek de bir trafik kazasında hayatını yitirene kadar!
Kadın için bu, çöküşün yeniden başladığı nokta oluyor. Artık onun için geri dönüş zor, çünkü elinden tutacak, ona güç verecek kişi yok hayatında.
Peki erkeğe ne oluyor? Ölümden sonra bir yaşam var mı gerçekten? Varsa neye benziyor?
Erkek, cennette buluyor kendini. Fakat o da ne? Boyalardan oluşan, o her zaman gördüğü güzel tabloların içinden çıkma bir cennet bu! Hatta, eşiyle hayallerini süsleyen cennet. Kendi cenneti!
“Yok olmadın, sadece öldün.”
Evet, yok olmadığını anlıyor Chris. O artık başka bir dünyada. Üstelik, yaşarken sadece tablolarda gördüğü bir dünya burası. Ölen köpeği karşılıyor onu yeni dünyasında.
“Görmek istediğini görürsün.”
“Düşünce gerçektir. Fiziksel olan illüzyondur.”
“Senin cennetin neye benziyor?”
Yalnız, bu kez ailesi yok yanında. Onlarsız bir cennet, cennet değil onun için. Oğlu Ian ve kızı Marie burada, cennette olmalılar. Peki neredeler?
Çok geçmeden, cennette ona rehberlik eden iki kişinin (öğrenciyken çok saygı duyduğu ve güvendiği bir kişi olan Albert’in ve ailesiyle yaptığı bir yolculukta çok beğendiğini söylediği havayolu hostesi Leona’nın), aslında ölen oğlu ve kızı olduğunu öğreniyor. Ne gariptir ki, her evlat, yaşamının büyük bölümünü, hatta bazen tamamını, ebeveynleri tarafından duyulmak, görülmek, kabul edilmek ve beğenilmek için çabalayarak tüketir! İşte burada da, babalarının güvendiği, saygı duyduğu ve beğendiği kişilikler olarak onun karşısına çıkan iki evlat görüyoruz. Ve onların yaşarken incindikleri yerleri görüyoruz birlikte. Bir çoğumuzun, filmle ve karakterlerle bağ kurabileceği bir nokta burası.
“Otorite figürlerimiz, başkaları için kim olduğumuzu belirler.”
Gelelim kadına, yani Annie’ye. Ona ne olacak?
Annie zor günler geçiriyor. Hayata tutunmak için bir nedeni kalmadığını düşünüyor. Önce çocuklarını, sonra da çok sevdiği eşini kaybetmek onu hayattan kopartıyor. Ve bu acıya dayanamayıp hayatına son veriyor. Annie için dünyanın bir anlamı yok artık, yaşadığı süre boyunca eksik kalacak çünkü.
Chris öğreniyor Annie’nin intihar ettiğini. Öyleyse şimdi Annie’yi bulması gerekiyor. Çünkü onu bulduğunda yeniden tamamlanacak ve ailesiyle birlikte tekrar mutlu olacak. Hem de kendi cennetlerinde!
Fakat Annie’nin cennete değil, cehenneme gittiğini bilmiyor henüz. Annie’nin, kendi eliyle, kendi isteğiyle yarım bıraktığı hayat sınavı, cehennemde devam edecek. Üstelik dünyada ne yaşadığını bilmeden, hatırlamadan.
Annie’nin cehennemde olması ve bir araya gelememeleri rahatsız ediyor Chris’i. Onsuz cennette olması mümkün değil. Onu cehennemden kurtarması da mümkün değil. Öyleyse o cehenneme gidecek.
Fakat elbette bu kolay olmayacak. Bazı zorlukları aşması gerek.
“Birini sevebilmek için bölünmen gerekir.”
Cehennemde olmasını beklediği ve büyük olasılıkla kendi zihninin ürünü olan pek çok tehlikeyi aşarak Annie’ye ulaşıyor. Annie, ne Chris’i tanıyor, ne de dünyada ne yaşadığını ve nasıl öldüğünü hatırlıyor. Yaralı bir kuş gibi ürkek ve tedirgin. Fakat Chris ona sabırla anlatmaya ve hatırlatmaya çabaladıkça bir şeyler değişmeye başlıyor. Sonunda aşk galip geliyor ve her ikisi birlikte cennete dönüyorlar. Ve böylece dünyada eksik kalan mutlu tablo tamamlanıyor. Sonrasında ise reenkarne olarak dünyaya geri dönüyorlar. Çünkü onlar ruh eşleri ve ayrılmaları mümkün değil.
Filmin çıkış noktası, Richard Matheson’un, Shakespeare’in ünlü eseri Hamlet’ten esinlenerek yazdığı, filmle aynı ismi taşıyan romanı. Hıristiyan inancında ve İncil’de yer alan motiflerle destekleyerek, ölüm, ölüm sonrası yaşam, cennet, aşk, aile, kabul gibi hayatımızı, hayata bakış açımızı, ilişkilerimizi çok etkileyen temaları, insanın gözünden ve zihninden bakarak araştırıyor. İnsanın en temel yaratıcı faaliyetinin düşünmek olduğundan hareketle, düşüncelerimizle yarattığımız hayata dikkat çekiyor. Cennetin de, cehennemin de zihnimizde olduğunu gösteriyor. Hıristiyan inancında intiharın günah olması, insanın tekamülünü, her türlü acıya ve zorluğa rağmen tamamlaması gerektiği, ayrıca her türlü kişisel çıkar ve beklentiden vazgeçerek sevgiye, aşka ve bir olmaya yönelmenin her zaman ödüllendirileceği gibi inançlar, masalsı bir anlatımla sunuluyor. İnsanın, bedeninden ibaret olmadığı, beden ölse de ruhun daima yaşadığı vurgulanıyor.
“Var olduğunun farkındaysan varsındır.”
Filmde verilmek istenen birçok mesaj, karakterlerin ağzından direkt veriliyor. Ayrıca örtülü mesajlar da var, ki bana göre bu mesajların en önemlisi, insanın kendine olan inancının her şeyi değiştirebileceği. Pek çoğumuz, hayattan bir şeyler beklememize rağmen, kendimize inanmadığımız için ya harekete geçmiyor, ya da yarı yolda pes ediyoruz. Kendi kendimizi sabote ettiğimizde ve yaptığımız işlere gereken değeri vermediğimizde, dünyada yaşarken kendi cehennemimizi yaratıyoruz.
“Gerçek cehennem, yolunda gitmeyen hayatındır.”
İzleyin, mutlaka ihtiyacınız olan mesajı alacaksınız. Ne de olsa hepimiz için gerçek olan, kendi gördüklerimiz ve düşündüklerimizdir, öyle değil mi?
Tijen ÖZER