Yönetmen: Yeşim USTAOĞLU, 2008
Oyuncular: Tsilla CHELTON, Derya ALABORA, Övül AVKIRAN, Osman SONANT, Onur ÜNSAL
(Spoiler İçermektedir.)
Pandora’nın Kutusu, Yeşim Ustaoğlu’nun o kendinden emin, sakin, gürültüsüz patırtısız merceğinden süzülen bir aile dramı. Birbirinden çok farklı, yalnız yaralı bir geçmişle birbirine bağlı üç kardeşin, Alzheimer hastası anne ile sınavı, bir türlü kapanmayan geçmiş hesaplarının yol açtığı patlamalar, aile içinde yaşananların özel hayatlara tesiri, izleyen herkesi bir noktada hayatla ve kendisiyle yüzleştirecek kadar gerçek ve çarpıcı.
Kardeşlerin en büyüğü, abla Nesrin, aileyi bir arada tutmaya çabalayan, ailenin tüm yükünü gönüllü olarak sırtlanmış pek çok büyük kardeşle aynı kaderi paylaşıyor. Babanın terk edip gittiği bir ailede, annenin en büyük destekçisi Nesrin, aynı zamanda da en büyük rakibi. Ailenin ikinci annesi. Bu yüzden anne ile en çok kavga eden o. Herkesi kendinden önce düşünen, her problemi çözen ve en çok tepki çeken kişi.
Ortanca kardeş Güzin tipik bir ortanca. Arada kalmış, kayıp bir ruh. Annenin sevgisinden en az nasiplenmiş olan evlat olarak, sevgiye, sevilmeye ölesiye muhtaç. Kendi değersizlik duygusunun bir yansıması olarak, kendisine hiç değer vermeyen, bir görünüp bir kaybolan bir adamla birlikte. Yine de o kadar ihtiyacı var ki bu adamın ilgisine, ablasının kendisine emanet ettiği hasta annesini hiç düşünmeden kardeşinin evine bırakıp ona koşabiliyor. Fakat geçmişte annede bulamadığını, şimdi de sevgilide bulamıyor.
Küçük kardeş Mehmet, kendisi küçükken bırakıp giden babası gibi sorumluluk almak istemiyor. Baba ile sorunu olan her evlat gibi otoriteyle başı dertte. Elektriği kesiliyor örneğin, ödeyip açtırmak yerine çıkma bir aküden elektrik almaya çalışıyor. Doğru düzgün bir işi yok, yönetilmekten nefret ediyor. Her zaman, gitmekle kalmak arasında bir yerde. Filmin başında, annenin kayıp olduğu haberini alan üç kardeşin arabayla İstanbul’dan, annenin yaşadığı Zonguldak’taki köy evine yolculuğu esnasında bu çelişkisini net olarak görüyoruz Mehmet’in. Aslında bu araba yolculuğu, filmin başında bize kardeşlerin aile içindeki konumlarını ve birbirleriyle olan ilişkilerini gösteriyor. Nesrin’in kontrolcülüğü ve herkesi yönetme çabası, Güzin’in görülme ve saygı duyulma arzusu ve Mehmet’in yönetilmeye, yönlendirilmeye karşı olan tavrı, karakterler arasındaki çatışmalar hakkında açık bir fikir veriyor.
Nesrin’in oğlu Murat ile tanışıyoruz bu arada. O da Nesrin’in yönetemediklerinden. Üstelik de en çok yönettiğini, yönetmesi gerektiğini sandığı kişi. Murat, annesinin kontrolcülüğünden ve baskılarından bıkıp soluğu dayısı Mehmet’in yanında alıyor. Orada rahat bir nefes alabiliyor, çocuk muamelesi görmeden birey olduğunun farkına varabiliyor. Nitekim Alzheimer hastası anneanneyi de en iyi o anlıyor, onunla en iyi iletişimi o kuruyor. Biri irade dışı ve fizyolojik olarak kayıp, diğeri ise kaybolmak isteyen iki ruh olarak birbirlerine yaslanıyorlar. Murat’ın, sık sık başını anneannesinin omuzuna koyduğunu görüyoruz. Bu hareketiyle destek ve sevgi ihtiyacını anlatıyor bize. Anneannenin saf varlığı ve sessiz, beklentisiz sevgisi ona iyi geliyor. Aynı şekilde Güzin de, başını annesinin dizine koyuyor bir sahnede. Yakalayabildikleri bu küçücük anlarda elde ettikleri küçük sevgi yudumları ile susuzluklarını gidermeye çalışıyorlar. Buna en az onlar kadar ihtiyaç duyan Nesrin ise, bunu talep etmeyecek kadar mağrur ve her zaman güçlü görünmeye çalışıyor. Ayrılma noktasına geldiği kocası bile, onsuz nasıl yaşayacağını bilemediğini söylüyor. O, ailenin koltuk değneği. Yürümeye başlayan, önce onu kırıp atıyor. Ve bu gönüllü kurtarıcılık Nesrin’e her defasında pahalıya mal oluyor.
Nesrin, yine bir kurtarıcı olarak annenin bakımını üstleniyor. Çok geçmeden, bu yükün altından tek başına kalkamayacağını anlıyor. Kız kardeşinin de desteğiyle, anneyi bir bakımevine yatırıyorlar. Fakat bu kez torun Murat’ın gönlü buna razı olmuyor. Anneannesini oradan çıkarıp, kendi köyüne, evine götürüyor ve ona orada tek başına bakmaya çalışıyor. Onun yanında kendini iyi hissediyor. Ne var ki o yaşlı ve hasta bir kadın. Aklı gidip geldiği için de laf anlatması zor. Bu yüzden çok yoruluyor Murat, kaçıp kaçıp giden yaşlı kadının peşinde kendi gençliğini unutuyor, büyüyor birden. O da çabasının sonuçsuzluğunu fark edip pes ediyor. Filmin sonunda anneanneyi ormana doğru giderken, Murat’ı da uzaktan onu izlerken görüyoruz. Bu kez arkasından koşmayacağını anlıyoruz.
İnsanın var olabilmek ve kendini ifade edebilmek adına verdiği büyük savaşı görüyoruz filmde. Çocukken başlayan bu savaşa, yaş ilerledikçe köy-kent çatışması da dahil oluyor. Müthiş bir çaba ve sonuçsuzluk. Hep bir sürüklenme, hep bir yenilgi, hep bir pes etme hali. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak edinilen roller, maskeler ve etiketler altında ezilmiş, kaybolmuş kişilikler. Her şeyi olduğu gibi kabul etmek ve öylece akışa bırakmak belki de en doğrusu. Çabasızlık içinde, olduğu haliyle, olduğu gibi var olmak belki insanın misyonu.
Gerek Pandora’nın Kutusu, gerekse diğer filmleri ile ödülden ödüle koşmuş bir yönetmen Yeşim Ustaoğlu. Hayatın içinden, basit anları olanca çıplaklığıyla yansıtıyor. Eklemeden, süslemeden. Bu yönüyle usta yönetmenler Andrey Tarkovski’yi ve Nuri Bilge Ceylan’ı hatırlatıyor bana. Ustaoğlu’nun farkı biraz daha yalın olması, söyleyeceğini direkt söylemesi. Lafı dolandırmıyor, uzun cümleler kurmuyor, sahneleri gereksiz uzatmıyor. Her şeyden olması gerektiği kadar veriyor, bu arada izleyici zaten anlayacağını anlıyor. Yönetmenin diğer filmlerini de izlemenizi öneririm. Usta oyuncuların abartısız ve kaliteli performansları da eklenince tadına doyulmaz bir sanat şöleni haline geliyor film izlemek.
Tijen ÖZER