Yönetmen: Adrian Noble, 2019
Oyuncular: Vanessa REDGRAVE, Timothy SPALL
(Spoiler içermektedir.)
Filmi ilginç kılan en önemli özellik, ünlü İngiliz ressam Laurence Stephen Lowry’nin gerçek hayat hikayesi olması yanında, kuşkusuz insanın dünya üzerindeki varlığı devam ettiği sürece var olacak olan anne-oğul meselesi üzerinden Lowry’nin kişiliğini, hayatını ve sanatıyla ilişkisini bize aktarması. Mesele diyorum, çünkü aile, özellikle de anne, bir insanın yaşam biçimini, hayata bakışını, kendisini algılama şeklini, yaptığı işleri, ilişkilerini, kısaca tüm hayatını etkileyen en önemli unsur olma sıfatıyla, insanın en önemli meselesi bana göre. Hele ki Bayan Lowry gibi bir karakter söz konusu olursa! İşte bu yüzden, annesiyle paylaştığı koyu yalnızlığa ışık tutmadan, L.S. Lowry’yi anlamak zor. Yönetmen Adrian Noble da, bunun bilincinde olarak, Lowry’nin sanatıyla parladığı dönemleri değil, tersine eserlerini birilerine (en başta da annesine) beğendirmek için çırpındığı günleri, annesinin ölümüne kadar süren ve 88 yıllık hayatının 52 yılını kapsayan karanlık dönemini ele almayı uygun bulmuş. Zaten bir sanatçıyı, salt yaptığı işlerle değerlendirmek oldukça yüzeysel bir bakış olurdu, öyle değil mi?
Noble’ın tiyatro yönetmeni olmasının etkisini filmde fazlasıyla görüyoruz. Bütün film adeta bir tiyatro havasında, fakat olabildiğince gerçek ve doğal diyaloglarla geçiyor ve izleyiciyi, detaylarda bütünü aramaya yöneltiyor. Asla ve asla durağanlaşmıyor. Eylemin olmadığı yerde boşluğu duyguların doldurduğunu görüyoruz. Oyuncular Vanessa Redgrave ve Timothy Spall’ın da hakkını vermek gerek. Özellikle annenin kötücüllüğünün ardındaki acıyı ve oğulun çaresizlik içinde kendini bulma çabasını iliklerimize kadar hissettiriyorlar.
Gelelim filmin konusu olan yaşam öyküsüne. L.S. Lowry o kadar içe dönük, o kadar güvensiz, o kadar ürkek bir karakter ki, tıpkı İngiltere’nin bulutlu havasına benzeyen bu kapalılık resimlerine dahi yansıyor. Hatta sadece koyu renkler kullandığı ve birkaç renkle kendini kısıtladığı için eleştiri alıyor ve sonradan tavsiyelere kulak vererek, eserlerine bir nebze aydınlık katmak adına hiç değilse fonda beyaz rengi kullanmaya başlıyor.
Elbette bu kapalılık tesadüf değil. Ve elbette her çocukta olduğu gibi, L.S. Lowry’nin kişiliğinin oluşmasında da ebeveynlerinin, en başta da annesinin payı büyük. Kontrolcü ve manipülatif kişiliği, yaşlı kadının, oğlunun üzerine, tüm yaşamı boyunca adeta koca bir bulut gibi çökmesine neden oluyor. Böyle bir bulutun içindeyken içinin çiçek açması nasıl beklenebilir ki bir insandan? Bir ömür, kendini annesine, hem de kız olmadığı için kendisini en baştan dışlayan annesine beğendirmeye çalışmak, Lowry’nin kader planı içinde miydi, hayat sınavı mıydı bilinmez, ama çok yorucu olduğu kesin. Kendi seçimi olmadığı halde sırf cinsiyetinden dolayı ailesi tarafından dışlanan ve aşağılanan kız çocuklarına aşinayız, ancak bir erkek çocuğunun da benzer bir durumu deneyimleyebileceğini daha önce düşünmemiş biri olarak onunla bu konuda empati kurmak da bana ilginç geldi doğrusu.
Lowry, resmi, kendini ifade şekli olarak benimsemiş. Peki neler cezbetmiş bu kırılgan, naif karakteri? Doğada mı bulmuş kendini, yoksa cinsellikte mi? Otantik motifler mi çekmiş ilgisini? Duygularını, düşlerini soyut çizgilere mi yansıtmış?
Hiçbiri değil. L.S. Lowry, sanayi bölgelerini ilginç bulmuş en çok. Hayatının 40 yılını geçirdiği, tahsildarlık yaparken her bir sokağını adım adım dolaştığı Pendlebury, Greater Manchester’da, işe gidip gelen insanları, fabrikaları, koca koca fabrika bacalarını izlemiş saatlerce, günlerce. Onları aktarmış tuvaline. Onların doğaya meydan okumasına, kendi düzeni içinde, kendi dünyasını var etmesine, görkemine, gücüne hayran olmuş. Kendi güçsüzlüğünü, bu kocaman fabrikaların kocaman çarklarında eritmiş; onlarla kükremiş, onlarla haykırmış varlığını dünyaya. Tutkusu olmuş, sıradan insanların bir araya geldiklerinde oluşturdukları görkemli manzaralar. Eleştirmenlerin, “çöp adam” benzetmesi yaparak resimlerindeki insan figürlerini eleştirmesine karşılık verdiği bir röportajında, insanların onun için önemli olmadığını, oradaki atmosferin, arka planın kendisini çektiğini söylüyor. Fabrikalar, nefes alan, görülmemesi, duyulmaması mümkün olmayan, kendi küçüklüğünü unutturabilecek kadar büyük ve görkemli organizmalar onun için. İnsan gücünün tezahürü! Bir yandan da, annesinin nefretle söz ettiği ve elinin tersiyle ittiği dünyaya olabildiğince yaklaşarak, annesinden ayrışıyor. Baş kaldırmak adına tek yapabildiği de bu zaten, farkında olmasa da!
“Ben sanatçı değilim. Ben, resim yapan bir adamım. Ne bir fazla, ne bir eksik.” L.S. Lowry
Asla memnun olmayan, onaylamayan ve takdir etmeyen, sürekli beklenti içinde olan, hasta ve mutsuz bir kadın Bayan Lowry. Bu durum, onun beklentilerini nasıl karşılayacağını bilemeyen, kendini “resim yapan bir adam” olmaktan öte bir şey olarak görmeyen oğlu üzerinde ezici bir baskı yaratıyor. Bir tek resim yaparken var olduğunu hissedebilen bir ruh o. Başka dünyalar resimlerinde, ince ve sabırlı fırça darbeleriyle zuhur ederken, o da onların içine giriyor, onlarla birlikte nefes alıyor. Ah bir de annesine beğendirebilse! Beğenmek bir yana, Bayan Lowry, değersiz birer çöp olarak görüyor bu sıra dışı resimleri. O, sadece perdenin önündeki renkli dünyayı istiyor, perde arkası çirkin ve bayağı ona göre. Bu çirkinlik, istemediği bir hayatı yaşadığını hatırlatıyor, canını acıtıyor. Oysa annesinin çirkinlik olarak gördüğü şey, L.S. Lowry için yaşamın ta kendisi! Orada güç var, kudret var. Duygusallık yok, doğa karşısında hissedilen acziyet yok! O, daha fazla hiçleşmek değil, devleşmek istiyor. İşte bunun için, annesinin uyuduğu saatlerde tuval başına geçmekten kendini alıkoyamıyor. Bir gün mutlaka annesinin de resimlerini beğeneceği umudunu ise için için taşımaya devam ediyor. Zaman zaman bir mutluluk kırıntısı kalbine çiçek açtırmıyor değil elbette. Annesiyle hoş anlar da yaşıyor, karşılıklı kalkanların indiği, maskesiz zamanlarda. Örneğin, bu bölgeye “tesadüfen düşmüş”, saygıdeğer bir hanımefendi olarak gördüğü ve kendisini özdeşleştirdiği komşusunun, oğlunun duvarda asılı bir resmini beğenmesi, Bayan Lowry’nin gözündeki perdeyi bir anlığına indiriyor, oğlunun resimlerine farklı bir gözle bakmasını sağlıyor. Laurence, yıllardır aynı yerde asılı duran bu resmi, annesinin doğum gününde onun için yaptığını, fakat onun hiç beğenmediğini, hatta görünce arkasını döndüğünü hatırlatınca şaşırıyor yaşlı kadın. Kim bilir, belki de bu sitemkar hatırlatma karşısında şaşırmaktan başka çaresi olmadığı için şaşırıyor. Gerçi beğenisi de fazla uzun sürmüyor, bir mum alevi gibi sönüveriyor bir öfke rüzgarı ile birlikte. Acaba, sadece kız olarak doğmadığı için mi, yoksa konser piyanisti olma hayallerini sağlığıyla birlikte yitirdiği günden beri mi düşman oğluna? Onu mu sorumlu tutuyor yatağa bağlanmasından, hayatının mutsuzluk ve umutsuzluk içinde geçip gitmesinden? Onu doğurmasaydı daha sağlıklı, daha hayat dolu, daha mutlu bir insan mı olacaktı? Ya da, bu çirkin erkek çocuğu yerine güzel yüzlü bir kız çocuğu doğursaydı değecek miydi tüm çektiklerine? Sebep ne olursa olsun, kalbi sımsıkı kapalı Elizabeth Lowry’nin. Ve hayattaki başarısızlıklarının hıncını, yanındaki yegane insandan, canının parçası olan oğlundan çıkarmaya kararlı. Laurence gibi “çirkin” birine sevgi ve şefkat göstermek ise onun gibi biri için çok çok zor. Ona göre yalnız güzel olanlar güzellikleri hak eder! Kendi yüreğine bakmayı bilmeyen bir kadının, evladının yüreğini görmesini bekleyebilir miyiz?
Hani ‘beklediklerimiz ancak onları beklemekten vazgeçtiğimizde gelir’ derler ya, L.S. Lowry de annesinin sağlığında resimlerinin beğenilmesini ve satılmasını deli gibi arzu eder ve beklerken, annesi öldükten sonra, vazgeçişin serin kucağına atıyor kendini. Güç arayışından da vazgeçiyor sessizce. Fabrikalar yerine dalgalı denizleri izlemeye başlıyor, içinde kabaran dalgaları dindirmek istercesine. Ve beklemekten vazgeçtiği anda geliyor şöhret ve zenginlik. Fakat artık ne ödüller, ne ünvanlar, ne de para mutlu edebilir onu. Nitekim, şövalyelik ünvanını da, diğer ödülleri de, elinin tersiyle itiyor. Öyle ya, anne görmedikten sonra dünya görmüş, neye yarar? Annesi hayattayken, ona kendini anlatabilmesinin, duygularını ve sevgisini gösterebilmesinin tek yoluydu resimleri. Annesininkinin yanında, sanat eleştirmenlerinin ve diğer insanların takdirinin hiçbir değeri yok. O, annesinin iki dudağı arasındaki bir çift güzel sözün, onaylayıcı, şefkat dolu bir bakışın peşinde.
Çünkü o da, bir çoğumuz gibi, büyüyememiş, kocaman bir çocuk aslında.
L.S. Lowry mutlu bir çocukluk geçirmiş, koşulsuzca sevilmiş, ailesiyle sağlıklı ilişkiler kurabilmiş bir kişi olsaydı, yine de bugün hala büyük ilgi gören, milyon dolarlar eden resimlerini yapar mıydı? En el değmemiş, dile gelmemiş duygularını resimlerindeki betonların içine gömme ihtiyacı duyar mıydı?
Sırf annesiyle yaşadığı elem dolu hayat mı getirdi L.S. Lowry’yi, bugün olduğu yere, bilinmez. Belki daha mutlu bir insan olsaydı, aşkı, doğayı, güzellikleri resmeder, yine de insanlara sanat yoluyla ulaşmayı başarırdı. Belki de kaderinde vardı sanatçı olmak. Kim bilebilir?
Kaderin planı ne olursa olsun, o, birçok insandan çok daha mutsuz olmasına rağmen, bir çıkış yolu buldu kendine. Hayatına, varlığına değer katmanın, bu dünyada bir iz bırakmanın en güzel yoluydu onun için sanat. Hüzünlerini, sevinçlerini, gizemlerini, komplekslerini, beklentilerini, umutsuzluklarını tablolara gömdü, onları boyadı ve dünya bir an için daha güzel bir yer oldu, hem kendisi hem de sanatseverler için.
“Her ressam fırçasını kendi ruhuna daldırır ve tablolarında kendi tabiatını resmeder.” Henry Ward Beecher
Belki de enerjimizi ve vaktimizi hayat yolunda karşımıza çıkan taşları kaldırıp atmaya harcamak yerine onları sağlam birer basamak yapıp, üstlerinde yükselmek lazım hayatta mutlu olmak için. O taşlar ki, adımlarımıza engel olabildikleri gibi, bizi yerden yükselten, kalabalıklar üzerinden hayata bakmamızı sağlayan temel taşları da olabilir.
Gerçekte nereden baktığımız değil midir her zaman önemli olan?
Tijen Özer