Pablo Picasso. Yaşarken ünlü olabilmiş, dünyanın tanıdığı “en ünlü” ressamlardan biri.
Sanat dünyası tarafından bir dahi olarak anılıyor. 14 yaşındayken, resim öğretmeni olan babasına resmi bıraktırmış, 16 yaşındayken Madrid Kraliyet Akademisi’ne onur öğrencisi olarak kabul edilmiş, gördüğü ile yetinmeyip gördüğünü parçalara ayırmış, gözün gördüğüne bambaşka anlamlar katmış, bir akım yaratarak resim sanatında çığır açmış bir kişilik.
Kendisi de bir ressam ve sanat eleştirmeni olan yazar John Berger katılıyor Picasso’nun bir dahi olduğuna. Bu konudaki fikrini şöyle ifade ediyor: “Tek bir at başında, pek çok sanatçının tüm bir çarmıha gerilme olayında bulduğundan daha yoğun bir acı görebilmiş ve düşleyebilmiştir Picasso.” (bkz. İspanya’nın Guernica şehrinin Naziler tarafından bombalanmasını anlatan ünlü Guernica tablosu-1937)
Yine de, bir sanatçı merakıyla “neden daha fazlasını yapmadığını” sorguluyor Picasso’nun. Nedenlerini araştırıyor; kah doğduğu ülkede, kah yaşadığı yerde, kah ait olduğu dönemde, kah sözlerinde, kah çizgilerinde. Ona göre, yapabilecekken yapmadığı o kadar çok şey var ki bu dâhinin.
Avrupa’ya benzemeyen, hatta Berger’in deyişiyle Türkiye’yi andıran, kendine has coğrafyası, kültürü ve feodal yapısı ile Avrupa’nın hem içinde, hem de çok dışında, özel bir ülkede, İspanya’da doğuyor Picasso. Ne var ki dönemin İspanyası, onun dehasına çiçekli yollar açacak durumda olmadığından, sanatın merkezi Paris, Fransa’yı tercih ediyor yaşamak ve üretmek için. Bu tercih, başlangıçta doğru gibi görünmesine rağmen, belki de dehasının en önde gelen katili oluyor Berger’e göre. Çünkü doğduğu ülkeye ait olamadığı gibi, yaşadığı ülkeye de ait olamıyor. Ün, para, nüfuz, kadınlar gibi hayatta isteyebileceği pek çok şeye sahip olmasına rağmen, arayışı sona ermiyor ölümüne kadar. İçindeki gizli anarşist, her daim baş kaldırıyor Avrupalı olma fikrine. Düzen insanı değil o, duygularıyla yaşayan bir Akdenizli. Genlerinde acı var, hüzün var, ait olamamak var. Paris’teki tekdüze yaşantısı, içindeki ele avuca sığmaz çocuğu doyuramadığından, topluma, insanlığa, dünyaya yöneltemiyor ilgisini. Hep kendisiyle meşgul, hep hoşnutsuz, hep tatminsiz bir insan görüntüsü veriyor. Ortaya koyduğu en toplumsal sayılabilecek eser Guernica’da bile, kendi iç dünyasında olan bitenleri nasıl algıladığını görüyoruz aslında.
John Berger, inceleme kitabı yazan her yazarın yapacağı gibi, ailesi, yaşadığı dönem, ilişkileri, çevresi ve eserleri ile bir bütün olarak ele alıyor Picasso’yu. Sanatının izini sürüyor zaman içinde adım adım. Tutunacak bir dal arıyor. İstikrarlı bir çizgi, yukarı doğru yükselen bir grafik... Fakat hayal kırıklığına uğruyor. Picasso’nun inişleri ve çıkışları o kadar çok ve dengesiz ki. Kendini tamamen içgüdülerinin ve bu güdülerle gelen yaratımın insafına bırakmış, asla ve asla çalışmaya, gelişmeye ve ilerlemeye inanmayan, içinden geldiği gibi resim yapan bir sanatçıyla, kendisinin bir aracı olduğuna inanan, yaratımın ilahi bir yerden geldiğini düşünen, yeteneği üzerinde bir kontrolü yokmuşçasına kendini duygularına kaptıran bir romantikle karşılaşıyor.
Gelişme gösterdiği ve yukarı doğru bir grafik çizdiği tek dönem, 1907-1914 arası Kübik Dönem. Aslında bu dönem, başka ressamlarla da işbirliği ve fikir alışverişi içinde olduğu, kolektif üretim yaptığı dönem. Braque ile birlikte yaratıyor Kübizm akımını. Birlikte ürettikleri bu dönemde başka ressamları da etki altına alıyorlar. Zaten bütün akımların böyle bir yol arkadaşlığına, böyle bir birlikteliğe ihtiyacı yok mudur? Picasso, tek başınayken yolunu kaybediyor gibi biraz, yönlendirecek birilerine, belki de bir yol haritasına ihtiyaç duyuyor gibi hayatında. Leonardo da Vinci de bu tarz bir düzensizliğin ve aşırı öğrenme merakının kurbanı olmuş, hatta ölüm döşeğinde bunu dile getirmiştir pişmanlıkla. Galiba zihin karışıklığı bütün dâhilerin ortak sorunu…
Picasso'nun şu sözlerine kulak verin:
“Resim benden daha güçlü. İstediğini yaptırıyor bana.”
‘’Ben modern resimde araştırma sözcüğüne verilen önemi hiç anlayamıyorum. Bana sorarsanız resimde aramanın hiçbir anlamı yoktur; önemli olan bulmaktır’’
Yaratıcılığının gücüne ve gizemine hayran, gelişmeye, araştırmaya, bilgiye ve fikir alışverişine toptan karşı bir dahi Picasso. İçgüdüsel olarak içindekini ifade etmeye inanıyor. Eserin gelişimini reddediyor. Ona göre bir yapıt başta ne ise sonda da odur (ilk söylenen söz her zaman doğrudur gibi) . Ayrıca sanatın anlaşılması gerektiğini düşünmüyor. Kuşların ötüşünü anlamanın daha önemli olduğunu düşünüyor. Çok da haksız sayılmaz, öyle değil mi?
Berger ise, Picasso’nun, bu yaklaşımıyla hem kendisine, hem ülkesine, hem de sanata haksızlık yaptığını düşünüyor. Yeteneğini besleyip büyütebilecek bir yaşam sürme ve bol bol seyahat etme imkanı varken Paris’te çakılıp kalmasını eleştiriyor. Kısır bir döngüde kendini tekrarlamasından duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. Bunun altında belki, gencecik yaşında resim öğretmeni olan babasını tahttan indirmenin suçluluk duygusu yatıyor, belki de erkenden “oldum” demenin getirdiği rehavet. Kim bilir, belki de feodal yapısı ve köylü zihniyeti yüzünden gelişmeye ve ilerlemeye kapalı bir ülkede doğmanın köklerine kazıdığı aşağılık kompleksi alıkoydu onu ilerlemekten. İçten içe, hiçbir zaman yeterince iyi olmadığını düşündü belki de. Neden gelişmeye, ilerlemeye inanmadı hiç? Öğrenmekten mi korktu? Kendine hayran mı oldu? Yoksa eleştirilmekten mi kaçtı? Öyle ya, ünlü bir sanatçı her yeni denemesinde, eleştirilmeyi de göze almalıdır. Aksi halde giderek kendi yeteneklerini daha fazla abartacak, en sonunda da kendine ve kimseye kanıtlayacağı bir şey kalmayacağından üretmekten vazgeçecektir.
Picasso’nun sanat hayatında kendi kişiliği kadar, yaşadığı çevrenin de büyük önem taşıdığı aşikar. Acaba Paris Picasso’ya sınıf mı atlattı, yoksa altın kafese mi hapsetti?
Picasso’nun Paris’te yaşadığı hayatı şöyle özetliyor Berger: ‘’Picasso çevresine bir maiyet toplamış, kendisi de kral olmuştur. Böyle dalkavukluklarla çevrelenip yalıtılması, sonuçta onu tanıyanların görüşlerinde de, kendi yapıtları üzerinde de yıkıcı etkiler yapmıştır.‘’
Ayrıca neden öğrendiği ve yaptığı her şeyi kendi yöntemleriyle bozup dejenere etti? Bir de başka ressamların ünlü eserlerini dejenere etme alışkanlığı var. Yapılmış olan her şeyi bozup yeniden yapmak istiyor gibi. Dünya koca bir yap-boz onun için. Kendi içindeki eksik parçayı dış dünyada arıyor olabilir mi?
“Bir resim, yıkmalardan oluşan bir toplamdır” Pablo Picasso.
Acaba Picasso’nun içindeki eksik parça neydi? Yıkarak neyi yaratmaya çalışıyordu?
‘’ Ufak tefek, esmer, tıknaz, huzursuz, rahatsızlık veren biri; kara, derin, insanın içine işleyen, garip, neredeyse üzerinize dikilen gözler…’’ Fernande Olivier
John Berger, Picasso’nun gözlerine dikkat çekiyor çünkü gözlerinin, bütünüyle o kişinin simgesi olduğunu düşünüyor. Şöyle diyor Picasso’nun gözleriyle ilgili olarak: ‘’Picasso üzerine yapılmış filmlerde, gözlerini kendiniz de görebilirsiniz. Bu gözler, onun iç yaşamındaki oransız yoğunluğu, aynı zamanda bu yaşamın yalnızlığını açığa vurur gibidir- ya da bana öyle geliyor…’’
Yalnızlık. Ait hissetmediğin bir dünyada olup yine de o dünyayı terk etmemek. Kendini kendi elinle yalnızlığın içine atmak.
Neden?
Berger’in tespitlerine göre, Picasso’nun 1920-1930 arasında ürettiği eserler genelde içe dönük ve duyumları resmeden yapıtlar. Çoğu cinsel içerikli. Kübik dönem dışında en başarılı eserleri ise 1931-1943 arası döneme ait. Bu dönem, aynı zamanda büyük ve tutkulu bir aşk yaşadığı dönem. Bu dönemde, Marie-Therese Walter ile birlikte ve yaşamının en önemli aşk ilişkisi içinde. Bu dönemde yaptığı resimlerin en az elli tanesi Marie-Therese’nin resimleri. Picasso, başka hiçbir kadını bu şekilde resmetmiyor. Picasso’nun duyumlara, aynı dönemde yaşayan başka hiçbir sanatçının yapmadığı şekilde önem ve öncelik vermiş olduğunu gösteriyor bu durum. O duyumlar içindeki boşluğu dolduruyor, kendini tamamlanmış hissettiriyor gibi. Kültürle, çağdaş olanla ilgilenmiyor o. Çarpıtmaları da, duyumsal olana dikkat çekmek için yapıyor. Ona göre en büyük amaç insanın mutluluğu.
Bu konudaki gözlemini şöyle aktarıyor Berger: “Picasso toplumsal değil, bireysel düşünür. Kübizm dönemi dışında, ilkel değerlere, saf olana bağlı kalmış, modern Avrupa yaşamına bir alternatif olarak bu ilkelliği işlemiştir.”
Peki neden?
1953 sonları, 1954 başlarında bir dizi resim yapıyor Picasso. Yaklaşık 180 tane. Bu resimler de yine cinsel içerikli ve içe dönük resimler. Bu kez, yaşlanan bedeni ile alay eden mutsuz bir ruh görüyoruz çizgilerinde. Gençliğinde daha çok duyumsal, cinsel içerikli, hatta cinselliği güzelleyen resimler yapan bu adam, yaşlılığında yitip giden cinselliğine ağıt yakıyor. Yaşlılığını olgunlukla kabul eden bir ruh hali yerine acıya bürünüyor akıp giden yılların karşısında. Halen genç kadınlarla birlikte olmasına rağmen kendi cinselliğini absürt bir unsur olarak taşıyor çizimlerine. İşte bu yetersizlik duygusu, bu tatminsizlikti belki de onu hayatı boyunca o eksik parçayı aramaya iten. Yanlış yerlerde aramıştı o eksik parçayı. Kendi içine bakmak yerine hep dışarıya bakmış, dış dünyayı bozup yapmaya kalkmıştı yeniden ve yeniden.
Berger’in dediği gibi, herhangi bir yaşlı sanatçının sahip olduğu ustalık görülmüyor yapıtlarında. Hep bir arayış, hep bir deneme, hep bir dışavurum. Üstelik de aramaya, araştırmaya bu kadar karşı olan bir kişiyken.
Picasso’yu, düzene uymakla, yeteneğinin peşinden gitmemekle eleştiriyor John Berger. Düzene uymaktan kastı ise zenginleşmek ve zenginlerin sanatçısı olmayı kabul etmek. Bir yandan da şu soruyu soruyor araştırıcı zihninde: “düzene uyup zenginlere anlatmasaydı derdini, bugün tanıdığımız Picasso olur muydu?”.
Her iki bakış açısında da haklılık payı vardır elbet. Hangisinin doğru olduğunu bugün bile söylemek güç. Tek bildiğimiz, mevcut öznel ve nesnel koşullar içinde her insanın, yapabileceğinin en iyisini yaptığı. Hata var mıdır? Olabilir. Peki bu neyi değiştirir? Picasso’nun yaşamını değiştirmeyeceği kesin. O hatalar yapılmasaydı, belki bugün Picasso diye birini tanıyor olacaktık. Picasso’nun hataları bize başka bir görüş açısı kazandırdı, olaylara ve insanlara başka türlü bakmanın yolunu açtı belki de. Görünenle yetinmemeyi, görülmeyeni de görmeyi öğretti.
Peki 1944’te Fransız Komünist Partisi’ne üye olması neyi değiştirdi Picasso’nun yaşamında ve sanatında? Sanki aradığı eksik parçayı orada bulmuştu. Şöyle diyordu Picasso: “Hep bir sürgündüm ben, ama artık değilim. İspanya’nın beni yeniden kabul etmesini beklerken, Fransız Komünist Partisi kucağını açtı bana; orada en çok saygı duyduğum insanları buldum, en büyük düşünürleri, en büyük şairleri, o Ağustos gününde Paris’te gördüğüm, o kadar güzel olan Direniş savaşçılarının bütün yüzlerini buldum; yeniden kardeşlerimin arasındayım.”
Evet, gencecik yaşında ayrıldığı ailesi ve vatanıydı Picasso’nun hayatı boyunca peşinden koştuğu eksik parça. Aidiyet duygusuydu. Tamamlanma ihtiyacıydı. Bu yüzden hayatı boyunca Avrupa’dan hiç ayrılmadı. Yolculuk etmeyi hiç sevmedi. Derdi toplumsal değil, tamamen bireyseldi. Bu yüzden de, partiye katılımıyla birlikte ünü pekişirken, sanatı zayıfladı. 1945’ten sonra, kişisel ve içe dönük resimler ya da başka sanatçıların eserleri üzerinde yaptığı denemeler dışında kayda değer bir üretimi olmadı. Çünkü geçici süreyle de olsa arayışı ve bu arayışı resimle ifade ihtiyacı sona ermişti. Artık kadınlar yetmiyordu kendini tamamlamaya.
Kitapta, özellikle Berger’in yorumlarına bakıldığında dikkatimi çeken başka bir nokta, Avrupalı ve Akdenizli bakış açısı arasındaki fark. Picasso, tipik bir Akdenizli olarak duygularının peşinden gider ve hatta onlar tarafından yönetilirken, John Berger, yaratıcılığın ve ilhamın çalışmayla desteklenmesi, beslenmesi ve hep bir adım daha ileriye götürülmesi gerektiği üzerinde duruyor. Çalışmanın, öğrenmenin, gelişmenin ve ilerlemenin önemine vurgu yapıyor. Aslında bu nokta, tam da Avrupalı ülkelerin ilerleme düzeyi ile İspanya, Türkiye gibi ülkelerin ilerleme düzeyi arasındaki farkı gösteriyor. Ben bunu bir eksiklik, ya da Avrupalılar açısından bir üstünlük olarak tanımlamak yerine, farklılık olarak tanımlamayı tercih ediyorum. Çünkü Akdeniz insanı çetin bir coğrafyanın bağrından kopan farklı kültürlerin beslediği, çelişkiler ve iç çatışmalarla dolu bir yapının bireysel sancılarını sanatla dindirmeye, sanatta nefes almaya çalışırken, Avrupalı için, Rönesans’tan bu yana hep bir başkaldırı aracıdır sanat. Bu sebeple Akdenizlinin meselesi kişisel iken, Avrupalının meselesi daha çok toplumsaldır. Avrupa, sanat yoluyla bireysellikten kurtulmaya da çalışır bir bakıma. Belki de bu bir günah çıkarmadır, fazlasıyla kendine ve bireyselliğine odaklanan, toplumdan kendini soyutlayan Avrupalı için. Akdenizli ise, sürekli olarak toplumsal meselelerin merkezinde yaşar, sanat özgürlük alanıdır onun için, bireyselliğini kucaklayabileceği ve içindeki ruha temas edebileceği. Belki de bu yüzden sürekli çalışmak yerine kalbine kulak verir. Bireyselliğini sanatta yaratır. Duyguları kulağına fısıldadıkça ortaya koyar sanatını. Yaratım zorlanmaz böyle bir durumda, ancak kısıtlanır. Yaratan insan dengesini bulamaz, bir uçtan bir uca savrulur hayatı boyunca. Fakat en güzel eserler de böyle ortaya çıkmaz mı?
Siz ne dersiniz? Sanatçı her daim çok çalışan, üreten ve gelişen bir insan mı olmalı, yoksa yüreğinin peşinden mi gitmeli? Hangisi daha değerli insanlık için?
Bu açıdan bakıldığında Picasso için başarısızdır diyebilir miyiz?
Tijen Özer